Önceki yazının devamı…
Fatih karakoldan ayrıldı, otobüs durağına geldi. Biraz bekledikten sonra otobüse binerek mahallenin yolunu tuttu.
Bazıları arabada bu olayı anlatıyorlardı, onlara kulak misafiri oldu: ‘Ne kadar da şişirerek anlatıyorlar!’ dedi içinden.
İndi. Arabanın ön ve arka kapısından inenler olmuştu. Herkes evine doğru yol alırken Fatih de, komşusu Ateş Mehmet’i gördü. Yanına sokularak:
- Merhaba Mehmet Amca, ver paketini taşıyayım, dedi.
Ateş Mehmet, elini uzatan Fatih’i görünce:
- Sağ ol doktorum, sağ ol Fatih’im! Ben taşıyabilirim, çok ağır değil, dedi. Nasılsın? Diye hatırını da sordu.
- Teşekkür ederim amca. Lütfen verir misiniz?
- Eksik olma doktorum, sana zahmet olmasın.
- Ne münasebet Mehmet Amca? dedi ve paketi aldı Fatih.
Mehmet Amcasının ikide bir: ‘doktorum’ demesinden derin bir haz alıyordu. Yavaş yavaş yürüyen Mehmet’e Fatih de ayak uydurdu. Biraz sessizce yürüdükten sonra Ateş Mehmet:
- Okul işi ne durumda Fatih Bey? Ne zaman bitiyor? dedi.
- Bir senem kaldı Mehmet Amca.
- Alttan dersin yoktur inşallah. Gerçi sen mahallemizin en çalışkan, en başarılı öğrencisisin. Ama tıp da okumak kolay değil.
- Haklısın Mehmet Amca, kolay değil. Ama baştan işi sıkı tutarsanız, çok ta zor değil. Ben sınıfı geçmeyi değil, iyi bir doktor olmayı, aranan bir doktor olmayı amaçladım. Belki de üniversitede kalırım.
Mehmet Amcası sözünü kesercesine:
— Bak, burası çok önemli. Meseleyi çok iyi kavramışsın, tebrik ederim seni, dedi.
— Sağ ol Mehmet Amca. Haa! Sizin Suna ne yaptı? İmtihan sonuçları belli olalı bir hayli zaman oldu.
— O da sizin mesleği seçti. Cerrahpaşa… Sizin ki de yanılmıyorsam Cerrahpaşa’ydı, değil mi?
— Evet Efendim. Amca, bir şeye ihtiyacı olursa çekinmesin, elimden gelen yardımı yaparım. Arasın beni. Ben de kendisini ararım inşallah.
— Eksik olma Fatih’im. Yardımcı olacağından eminim. Poşetimi de alayım artık. Eve geldik, sağ ol.
— Siz de sağ olun Amca.
Birbirlerinden ayrıldılar.
Ateş Mehmet evine girdiğinde ev bomboştu. Kızı alış veriş için çarşıya gitmişti: ‘Demek ki Suna hâlâ dönmedi. Bu kız da giderse ben bu kocaman evde yapayalnız ne yaparım?’ dedi ve koltuğun üzerine uzanıverdi. Çok geçmeden uyuya kaldı.
Eve dönen Suna babasının uyuduğunu görünce sessizce odasına çekildi. Boy aynasında saçına ve yeni aldığı elbisesine, kemerine tekrar tekrar baktı: ‘Güzel, dedi. Renk ahengi de güzel olmuş. İstanbul’da daha güzel şeyler alırım inşallah.’
Tek tek kayıt evraklarını, çamaşırlarını ve makyaj eşyalarını yeni aldığı bavuluna itina ile yerleştirdi. ‘Aman eksik olmasın, aman bir şeyi unutmayayım.’ diye tedirgin oluyordu.
Mutfağa geçti, çarşıdan aldığı çerezlerle çayını içiyordu. Bir müddet sonra evde konuşma sesleri duydu. Evde babasından başka kimsecikler olmadığına göre bu sesler de neyin nesiydi? Babası da zaten uyuyordu.
‘Boş verrr’, dedi, çayını içmeye devam etti.
Babası da uyanmış muhabbet kuşlarının kafesini önüne almış onlarla konuşuyordu. Kafesin ağzını açarak:
- İşte sizi azat ettim. İsterseniz uçun, dilediğiniz yere gidin. Diyerek ayağa kalkıp pencereleri açtı:
İşte şimdi hürsünüz! İsterseniz kaçın! Dilediğiniz yere gidin, dilediğiniz gibi yaşayın! Hürsünüz güzel kuşlarım, hürsünüz!
Kafesten çıkan kuşlar perdeye kondular, oradan da uçup televizyonun üzerine… Biraz nefeslendikten sonra tekrar kafeslerinin içine girdiler.
Bunları zevkle seyreden Ateş Mehmet:
- Yook, yok! Siz de benim gibi tutsaksınız. Ama ikimizin de zincirleri görünmüyor. Biz, kendi kendimizi görünmez zincirlerle bağlamışız. Keşke görünen zincirler olsaydı güzel kuşlarım, keşke! Belki o zaman koparır kaçabilirdik. Sen tutsaklığı baştan kabul etmişsin, ben de kötü alışkanlıkları…
Suna konuşmaların kesilmediğini görünce merakla çay içmeyi bıraktı:
‘Ne oluyor, yoksa babam delirdi mi? Kendi kendine konuşuyor’, deyip babasının konuştuğu odaya başını uzattı:
- Kiminle konuşuyorsunuz baba?
- Kuşlarımla konuşuyorum kızım. Muhabbet ediyoruz işte. Bunlar muhabbet kuşları değil mi? dedi.
- Evet baba.
- Kızım, sen de gittikten sonra bu ev, ev değil, kocaman sessiz bir mezar olacak bana! Ah anneciğin olsaydı! Ah! Nefesi yeterdi bana!
- Sağlığında öyle demiyordunuz ama!
- Haklısın kızım. Hele şöyle bir otur da, bari son gecemizde dertleşelim.
- Çay alır mısınız baba? Ben çay içiyordum da…
- Neden olmasın güzel kızım. Senin çayını içmek daima haz verir bana.
- Öyleyse hemen getiriyorum baba, dedi ve Suna dışarı çıktı.
Ateş Mehmet, Suna’nın arkasından bakıp: ‘Nasıl da anasına çekmiş, o da hizmette kusur etmezdi?’ diye düşündü. Ardından da: ‘Keşke şu zıkkımı içmeseydim. Kim bilir belki hâlâ yaşıyor olacaktı.’ dedi. ‘Keşke! Ama keşkeler hiçbir şeyi geri getirmiyor ki!..’
Biraz sonra iki bardak çay ve yanında çerezle Suna içeri girdi.
- Şimdi anlat baba, seni dinliyorum.
Ateş Mehmet sigarasından derin bir nefes çekti ve burnundan dumanlarını çıkarırken:
- Hakkını helâl ediyor musun kızım? Sizi çok üzdüm.
- Evet, çok üzdünüz baba. Sade beni değil, annemi de öldürdünüz!
- Anneni öldürmek ister miyim kızım? O benim can yoldaşım, yastık arkadaşımdı.
- Ama can yoldaşınızın canını aldınız!
- Niçin bu kadar çabuk hırçınlaşıyorsunuz güzel kızım?
- Bilakis çok yumuşağım baba. Çocukluğumdan beri ettiklerini bazen düşünüyorum da senden nefret ediyorum! Nefret! Senden…
Ateş Mehmet kızının sözünü keserek:
- Haklısın kızım, biliyorum. Sizleri aç, açık bırakmadım ama çok, çok acı çektirdim. Her gece eve sarhoş gelirdim. Çoğu kere evde geç vakitlere kadar içerdim. Halıların üzerine kusardım. O zavallı anacığın, belki bir gün bırakır, belki bir gün düzelir diye sabrederdi. Ama o öldü, ben hâlâ o pisliğin içinde yaşıyorum. Bunları düşündükçe kendimden iğreniyorum, tiksiniyorum kızım!
- Baba, bu pislikleri bırakmazsan daha çok iğreneceksin kendinden. Ben senin geleceğinden çok korkuyorum doğrusu!
- Kızım, ben korkmuyor muyum sanıyorsun! Ben sizlere güzel örnek olamadığım için utanmıyor muyum sanıyorsun? En çok da sana karşı hangi hareketimden utanıyorum biliyor musun?
- Kesin olarak bilmiyorum baba! Acaba hangisinden? Ben de merak ettim şimdi doğrusu…
Ataş Mehmet yine sigarasından bir nefes çeki, bıraktı.
- Kızım, dedi. Bir ramazan günüydü. Yine içmiş gelmiştim. Zil zurna sarhoştum. Siz ise sofrada iftar vaktini bekliyordunuz. Seni içki almak için bakkal amcana göndermiştim. İçkisiz dönmüştünüz. İçki almamak için bakkal amca kapalı dediğinizi zannederek seni çok fana dövmüştüm. Meğer bakkal gerçekten kapalıymış. Hatırladınız mı olayı güzel kızım?
- Hatırlamaz olur muyum baba? O gün rahmetli annem de ekmek bıçağını almış seni yaralamıştı. Beni, senin gibi gözü dönmüş, sinirinden yüzü kıpkırmızı olmuş bir canavarın elinden zor kurtarmıştı. O gece sabaha kadar ağlamıştım. O anı hiç unutur muyum baba? Ama ne yapayım yine de babamsınız!
- Teşekkür ederim kızım. Evet… O zavallı annen de senin gibi benden nefret ederek gitti. Ama ne kadar merhametli, ne kadar asil bir kadındı. Gerçekten sevmişti beni.
Sigarasını göstererek:
- Ben değil kızım, şu zıkkım öldürdü onu.
- Niçin yapardınız bunu? Israrla içerdiniz baba!..
Ateş Mehmet yine sigarasından bir nefes çekti ve geriye yaslandı, yutkunarak konuşuyor, kelimeleri seçerek bin bir zorlukla kullanıyordu:
- Gerçek sebebini hâlâ bilmiyorum. Ama sigara dumanını onun yüzüne, gözüne üflemekten marazi bir zevk alıyordum. O ise nefret ediyordu bundan. Sarhoş oldum mu, ona eziyet etmekten haz duyuyordum. İstiyordum ki, ayaklarımın altında karıncalar gibi ezeyim onu.
Suna bir şeyler diyecekti yutkundu. Kızının durumunu sezen Ateş Mehmet:
- Söyle kızım, söyle! Bugün aklına ne geliyorsa sonuna kadar söyle! Dinleyeceğim, kızmayacağım sana!
- Baba, istediğiniz oldu. Annem de öldü. Ne geçti elinize, ne kazandınız Allah aşkına? Şöyle bir düşünün: Sadece nefret!.. Ne kaybettiniz? Size karşı şefkat dolu, merhamet dolu bir kadın!.. Bir de genç bir kız yüreği!..
Suna birden ayağa kalktı, babasına parmağıyla işaret ederek şöyle devam etti:
- Babacığım! Aslında kötü olan siz değilsiniz. Kötü olan içki, sizin içkili haliniz! Ağlayan babasına: Bak, nasıl da ağlıyorsunuz? Demek ki merhametlisiniz! Ama içtiğiniz zaman ifrit kesiliyorsunuz! İfrit! İçince kendinizi kaybedip gözü dönmüş bir canavara dönüşüyorsunuz. Kendi yavrunuzu bile balkondan atabiliyorsunuz. Hem de biricik yavrunuzu!..
- Yeter kızım, yeter! O olayı da bir daha hatırlatma! Mümkünse sen de bir daha hatırlama! Unut onu artık.
- Bak, yapığınızı bile hatırlamak istemiyorsunuz.
- Evet, istemiyorum kızım!
- Baba! Bak sana bir soru soracağım! Ama doğru cevap ver! Söz mü?
- Söz!
- Annem niçin tımarhaneye düştü?
Ateş Mehmet bu soruyu çok üzgün cevapladı:
- Beyin damarları çalışmaz olmuştu.
- Niçin?
- Sigara dumanını çok aldığı için.
- Ama annem sigara içmezdi ki! Biraz önce nefret ederdi demiştiniz!
- Evet, içmezdi kızım. Hatta nefret de ederdi. Doğru.
- Ee?
- Ben çok içerdim kızım. Geceleri odamız leş gibi kokardı. Hele kış geceleri… Dayanılmaz olurdu. Doktorların söylediklerine göre o dumanlardan etkilemiş. Zavallı kadın sonunda dayanamayıp öldü. Allah gani gani rahmet eylesin! Yattığı yeri cennet eylesin. Gerçekten eşsiz bir kadındı annen.
- Âmin! Hiç ağlama baba! Sen bir katilsin! Hem de annemin katilisin!.
- Kızım, ne dersen de, ne söylersen söyle! Yerden göğe kadar haklısın. Ama ben de şu halimden nefret ediyorum. Bir türlü de bu girdabın dışına çıkamıyorum. Benim gibi yüz binler var bu girdaplarda kızım! Kızım, bari sen bu hastalığa hiç yakalanma! Bir defa dahi olsa kullanma! Ateşi bir defa olsun yalama! Bu zıkkımın tedavisi zor, bunu terk etmek zor! Bu girdaptan kurtulmak çoook, çok zor kızım!
Kızının çok dikkatli bir şekilde dinlediğini gören Ateş Mehmet konuşmasını şöyle sürdürdü:
- Bak güzel kızım, yarın büyük şehre gideceksin. Orası dipsiz denizler gibidir. Ben nehirde boğuldum, sen kendini o kocaman okyanuslarda nasıl koruyacaksın, nasıl müdafaa edeceksin? Bilmiyorum yavrum! Düşündükçe ürperiyorum.
Allah senin yardımcın olsun. Seni her türlü kötülüklerden yüce Rabbim korusun, benim bircik güzel kızım.
Ateş Mehmet ağlamaya başladı. Yine de kendine hâkim olmak istiyordu. Sözüne şöyle devam etti:
- Eşyalarını da hazırladın mı kızım?
- Evet baba.
- Kayıt evraklarını da unutma ha!
- Hepsi tamam baba…
- Güzel… Bak unutuyordum kızım. Bu gün komşumuz Halil Efendi’nin oğluna rastladım. Sizi sordu. Aynı üniversiteyi kazandığınızı duyunca çok sevindi. Yardımcı olabileceğini söyledi. Bugün eve gelirken poşetimi de taşıdı. Kızım, zorda kalırsan görüş. Gerçi bize göre tutucu, bağnaz bir genç, kabul ediyorum. Ama kötü bir genç değil. En azından kimseye zararı dokunmaz.
Suna, babasının cümlesi biter bitmez birden bire dikleşerek:
- Baba! Baba! Ben artık üniversiteli genç bir kızım! Neyin iyi, neyin kötü olduğunu başkalarından öğrenecek değilim! Ben, hür ve bağımsız olmak, dilediğim gibi yaşamak, gönlümce okumak istiyorum. Hiç kimsenin benimle ilgilenmesine gerek yok! Vasi istemiyorum!
Ateş Mehmet alttan alarak:
— Yanlış anladınız kızım. Elbette sana güveniyorum. Benimki sadece bir hatırlatma. İstiyorum ki, hayatını bozuk para gibi harcama! Kötü alışkanlıklardan, kötü akımlardan, kötü arkadaşlardan uzak dur… Ben kötü olsam da senin kötü olmanı ister miyim?. İsterim ki sen benden iyi olasın! Benim düştüğüm hatalara düşmeyesin. Sen benim biricik kızımsın. Sen okumak için gittiğini unutma! Gerekirse dolabının kapağına büyük harflerle şöyle yaz: “BEN OKUMAYA GELDİM!” Dolabını her açtığında bir defa daha okumaya geldiğini hatırlarsın. Belki faydası olur. Tamam mı güzel kızım?
- Tamam, baba, tamam! Ben ne yapacağımı bilirim!
- Peki, güzel kızım. Vakit de bir hayli geçti. Yarın yola çıkacaksın, dinlenmelisin.
Ayağa kalkan Suna:
— Tamam baba! Hayırlı geceler, dedi. Tam çıkacakken babası:
— Hayırlı geceler Suna’m! Hayırlı geceler… Ha kızım. Benim şişeleri de getiriver. Öyle yat. Yine dertlerim depreşti de… Bir iki kadeh alayım, belki unuturum, dedi.
Babasına çok öfkelenen Suna, kafasını sağa sola sallayarak:
— Allah’tan kork baba! Az önce pişman olduğunu söylemiyor muydun? Sen şişelere değil, Allah’a sığın! Allah’a! Ancak seni O kurtarır, O! dedi ve gitti.
Ateş Mehmet kızının bu çıkışını çok haklı buldu, ona kızmadı, ona darılmadı da kırılmadı da… Işıkları söndürerek hayal âlemine daldı ve bir müddet sonra uyuya kaldı.