Önceki yazının devamı…
Hafta tatilinden faydalanan Fatih ve Naci, önce birinci günlerini tren garındaki alkoliklere, sigara bağımlılarına ayırdılar. Bunları bulmak çok da zor olmamıştı. Çünkü bunlar, gündüz sokak başlarında dileniyor, akşam olunca da yatacak yerleri olmadığı için ya istasyona sığınıyorlar veya otobüs terminaline sığınıyorlardı. Bir kısmı da harap binaları, yıkık surların izbe yerlerini, alt geçitleri mesken tutmuşlardı. Birinci günkü çalışmalarından çok güzel ibretlik olaylar dinlemişlerdi. Bol bol da onların fotoğraflarını çekmişlerdi. Bu gün de otobüs terminaline gideceklerdi. Bakalım kendilerini ne gibi ibretlik olaylar bekliyordu? Heyecanlıydılar!
Bugün hava inadına soğuk olduğu için, otların, çiçeklerin üzerindeki su zerrecikleri kırağıya dönüşmüştü. Belli ki gece çiğ yağmıştı veya bahçıvanın sularından yaprakların üzerinde su zerrecikleri kalmıştı. Kış artık geliyorum diyordu. Öğleden sonra ayaz kesildi, güneş yüzünü gösterdi. Hava da biraz ısınır gibi oldu. Bunu fırsat bilen iki dilenci banka oturmuş kendi aralarında konuşuyorlardı:
— Mehmet Bey, dedi arkadaşı, neydi bu geceki ayaz? Neredeyse donacaktım yahu!..
- Ben de çok üşüdüm İsmail Bey. Gece hem üşüyor, hem de şu atasözünü düşünüyordum:
- Neymiş o atasözü!?
- Atalarımız hem güzel söylemişler, hem de doğru söylemişler arkadaş. Hem de kısacık söylemişler yahu. Al kulağına küpe diye, tak!..
- Lafı amma da uzattın yahu! Ne demiş atalar sen onu söyle?
- Atalar ikimizi tarif etmişler sanki bu atasözünde.
- Uzatma yahu kısa kes! Kısa kes! Ne demiş atalar?
- Atalar demişler ki: “İt de yaza çıkar ama yediği ayazı ona sor!”
- Şimdi bizi it mi yaptın Mehmet Bey? Ayıp yahu! Yakıştı mı şimdi?
- Sen denene değil, denmek istenene bak İsmail! Denmek istenilene bak!..
- Haklısın Mehmet Bey, ne desen, neye benzetsen yeri doğrusu.
- Bak yine anlayamadın.
- Sen bana her gün atasözü anlatacağına, bari bunlardan birini tutsaydın da şu hallere düşmeseydin!
- Bak, bu sözünde yerden göğe, gökten yere kadar haklısın İsmail Bey!
- Bari sen bunları derle topla da bir kitap yap! Gün gelir bastırırsın! Belki cebimiz de o zaman bir para görür. Bir simit alır yeriz birlikte. “Bir dilencinin atasözleri...” İşte sana başlık. Gülüştüler.
Bunlar birbirleriyle sohbet ederlerken terminal da arı kovanı gibi çalışıyordu. Girip çıkanı belli değildi. Bu gün bunlara para veren de yoktu. Karınları da açlıktan zil çalıyordu. Açlık ve soğuk… İkisi birleşince çekilmez oluyordu.
Bu ara simitçinin sesi duyulmaya başladı:
- Simit! Simit!.. Taze simit! Sıcak sıcak! Sıcak sıcak!.. Yok mu alan beyler? El yakıyor taze simit! Yok mu alaaan?
Bankta oturan iki ihtiyar dilenci sesin geldiği tarafa gayri ihtiyari baktılar. Ağızları sulanmıştı, yutkundular. Biraz sonra simitçi yanlarına geldi, mis gibi kokuyordu taze simitler. ‘Ne güzel de yığmış simitleri üst üstüne’ dedi içinden Mehmet. Simitçi yanlarına daha da yaklaşarak:
- Simit, taze simit amcalar! Canı çeken, almak isteyen yok mu? Sıcak sıcak, taze simiiit!
Hafifçe önlerinde eğilerek, tatlı bir sesle:
- Almak ister misiniz amcalar? dedi ve doğruldu.
Sinoplu İsmail:
- Almak istemez miyiz evladım, ama paramız yok?
- Paranız yoksa simit de yok. Haydi, bana eyvallah, dedi ve simitçi yürüdü. “Simit, simit, taze simit”, diyerek gözden kayboldu.
Sinoplu İsmail, arkadaşının dizine vurarak:
- Görüyor musun Mehmet Bey, canımız çektiği halde bir simit de alamıyoruz? Ne hâllere düştük yahu?
- “Allah, kimseyi de gördüğünden aşağı düşürmesin” demiş atalar. Ama yine de halimize şükredelim İsmail. “Beterin beteri de var” demişler.
- Bundan beteri de olur mu dersin Mehmet Bey?
- Olur, olur! Bundan daha beteri de olur! Allah korusun!
- Âmin, de, nasıl olur yahu? Bir simide muhtacız işte! Üstelik karnımız da zil çalıyor! Girip çıkanlar da beş kuruş vermiyorlar bu gün?
- “Komşudan gelen öğün olmaz, o da vaktinde bulunmaz.” demiş atalar. Sen zamanında, şu an senin gibi olanlara verir miydin? Bir düşün!
Sinoplu İsmail düşündü, düşündü bu soruya “verirdim.” diyemedi, sustu.
- Bak sustun. Belki de zamanında: “Onlar da çalışıp kazansınlar canım, Allah’ın fakirini ben mi doyuracağım?” demiştiniz. İsmail, İsmail, bu dünya biraz da etme bulma dünyası, biraz da ektiğini biçme dünyası! Sen ekmeden biçmeğe kalkışıyorsun! Bak sana bir hikâye anlatayım da dinle! Beterin beteri nasıl olurmuş gör!
Sinoplu İsmail, arkadaşının daha fazla yüklenmediğine, konuyu hikâyeye çevirdiğine çok sevindi ve:
- Seni dinliyorum Mehmet Bey, dedi.
Mehmet: “hırsızın birini” diyerek hikâyeyi anlatmaya başladı:
- Hırsızın birini idam ediyorlarmış. Etrafına arkadaşları, tanıdıkları toplanmışlar. O habire: “Buna da şükür, buna da şükür! Beterin beteri var, beterin beteri var!” diyormuş. Arkadaşları dayanamayıp: “İşte idam sehpası!.. Biraz sonra idam edileceksin! Bunun neresine şükrediyorsun Allah aşkına?” demişler. “Öyle demeyin dostlar, öyle demeyin” demiş hırsız. “Beterin de beteri var!” demiş ve sehpaya doğru yürümüş. Tam ipi boğazına geçireceklerken, bir atlı tozu dumana katarak gelmiş: “Durun! Durun! İdam etmeyin onu!..” diye bağırmış. İnsanlar affa uğradığını sanarak sevinmişler. Atlı: “Bir yanlışlık olmuş! Bu adam, önce kazığa vurulacak, sonra da idam edilecek!..” demiş.
- Vay anasını be!.. Bunu da yeni duydum! Bir yaş daha büyüdüm! dedi İsmail.
Bu ara elinde kitap ve defteri olan bir öğrenci yanlarına yaklaşarak:
- Müsaade eder misiniz amcalar, ben de yanınıza oturabilir miyim? Sohbetinizden faydalanabilir miyim?
Gence yanında yer gösteren Mehmet:
- Buyurun evladım, oturun. dedi.