CEMAAT VE SİYASET

Ülkemizde cemaatler ve tarikatler Cumhuriyet dönemi Türkiye'sinde devlet katında hep "öteki" ve "sakıncalı" olarak görüldüler. Cumhuriyetin ilk yıllarında uygulanan katı laik politika için tarikatlar ve saygın din adamları rejim için birer siyasal tehlike olarak görüldü. Bu süreçte rejimin bilinçli olarak birçok gözaltı ve dava yoluyla sindirme politikası güttüğü biliniyor. Belki yüzlercesi beraatle sonuçlanan davalar uzun tutukluluk süreleriyle birçok mağdur yaratmıştı. Rejim için laiklik, dindarlara ancak izin verildiği ölçüde hareket etme imkanı verilmesini ifade ediyordu.  Pekala doğal olmayan bu baskının uzun sürmesi beklenemezdi. Nitekim 1950 li yıllara gelindiğinde özellikle Demokrat Parti'nin de sahip çıkmasıyla bir nebze de olsa bu katı laik politikada gevşeme olduğu söylenebilir.

Bugünlerde bürokrasi ve yargının çok katılımlı bir yapıya dönüşüyor olmasından dolayı ciddi tartışmalar yaşanıyor. Cemaatlerin kadrolaşması bu konuda öne çıkıyor. Cemaatlerin demekten ziyade cemaatin demek lazım. Zira tartışmalar hep Fetullah Gülen Hocaefendi cemaatinin etrafında dönüyor.

Normal bir ülke olsak bu tartışmayı yapmazdık. Mesele düne kadar orduda veya yüksek yargıda görev alması neredeyse imkansız olan insanların var olmasıydı. Bugün bu insanların anayasal haklarını kullanabiliyor olmaları ciddi rahatsızlık yaratıyor. Vatandaşlık ekseninde herkesin hakkı olan kamuda görev alma hakkı birileri için sadece belli kesime ait bir hak olarak görülüyordu ve bu sürdürülmek isteniyordu. Cemaatin kadrolaşması bu konuda bir kırılma oldu.

Bu algı 2000 li yıllara kadar en azından devletin katı yüzü olarak görünen Cumhurbaşkanlığı, Ordu ve Yargı'da devam etti. Bu tarihten sonra Ak Parti iktidarıyla emniyette, yargıda ve bürokrasinin diğer alanlarında toplumsal tabana açılış hızlandı. Bu yalnızca cemaatin kadrolaşması olarak değerlendirilemez. Ancak cemaatin diğer toplumsal gruplara göre çok daha programlı bir çalışma içinde olduğu kesin.

Türkiye'de vatandaşların (suça bulaşmamak kaydıyla hangi düşünce, ırk veya mezhepten olursa olsun) kamuda özgürce ve şeffaf bir şekilde görev alabilmelerinin yolunun yeni açıldığını ve devletin bu konuda tecrübelenmesi için zamana da ihtiyaç olduğunu kabul etmeliyiz. Bürokrasideki atama kavgası ancak devletin normalleşmesi ve tüm tarafların birbirlerinin hakkına saygı duymasıyla sağlanacaktır. Liyakat sistemi ancak bu geçişten sonra uygulanabilir hale gelir. Eski usulde de cemaatin kadrolaşmasına benzer perdeli kadrolaşmaların olmadığını kimse söyleyemez.

Şüphesiz bu durum cemaat mensubu olmayan milyonlarca insanı derinden derine rahatsız ediyor. Ciddi bir tedirginlik yaratıyor. Kadrolaşan cemaatin kendilerinden olmayanlara mesafeli durduğu, sadece kendisine yakın olan insanlara iyi davrandığı düşünülüyor. Bunu doğrulayan birçok örnek de yaşanıyor. Tabii ki bu inanan insanın adaletli davranma zorunluluğu yok mu diye bir soruyu akla getiriyor.

Ancak mesele sadece cemaat yönünden ele alınmamalı. Ne yazık ki Türkiye'de anayasal kurum ve kavramlar henüz tam anlamıyla oturmuş değil. Bu kurum ve kavramlar oturmadan yeni bir anayasa tartışması yapılmasının nedeni de bu. İnsanları mutlu eden ve güven veren bir anayasal yapımız yok. Dolayısıyla anayasaya güvenen ve kalitesini sürekli arttıran bir bürokrasi de yok.

Bir birey başarılı olduktan sonra devletin önemli yerlerinde görev alabileceğine inanmıyor. Bunun için dönemsel referanslara ihtiyaç duyuyor. Bazen sol düşünceli bir referansla, bazen bir mezhep kartvizitiyle bazen de cemaat talebiyle atamalar gerçekleşebiliyor.

Bir cemaat mensubundan çok daha yetenekli gencecik bir insanın bu hakkının elinden alınması cemaate duyulan öfkeyi ve önyargıyı muhakkak arttıracaktır. Özellikle kendisini cemaat mensubu olarak tanımlayan dindarların siyasete ve siyasetin bir türü olan kadrolaşmaya bu kadar aşırı bulaşması güven vermeyen ve insanların dindarlara olan bakışını olumsuz şekilde etkileyen bir duruş.

Dünya makamı için insanların inanç ve fikirlerini bir köşeye bırakmasını ve illa bir referans koparabilmek için sözde cemaatçi olmasını beklemek gerçekten insanoğluna yapılabilecek en büyük saygısızlıklardan olsa gerek. Bu riyakarlık ve dalkavukluğun gelişmesinden başka bir işe yaramaz.

Ne yazık ki ülkemizde cemaate karşı bu yönde bir algı oluştu. Bu algıyı kırabilecek olan tek şey siyasi iktidarın bu duruma el koyması ve vicdanlara kulak vermesiydi. Son günlerde dershaneler başlığı altında tartışılan konu biraz da bundan kaynaklanıyor. Sayın Başbakan açıklamalarında cemaat mensuplarıyla bir sorunları olmadığını açıkça söyledi. Ama kendilerinin siyasi iktidar olduğunu, milletin menfaati için ne gerekiyorsa yapacaklarını, kapalı kapılar arkasında değil "hep beraberce" eğitimi düzelteceklerini söyledi.

Devlet ve bürokrasi rasyonel bir alan olarak kalmak zorunda. Bunun yolu atamalarda referans yerine liyakatin esas alınması. Aksi takdirde benden olmayanın maaşı olmasın, çocuğunu özel okulda okutamasın, dünyada sıkıntı çeksin demek olur ki bunun dindarlıkla ve insanlıkla hiçbir alakasının olmadığı iyi düşünülmeli. Dindarlık aynı zamanda eşit rekabet şartlarını oluşturma konusunda da sorumluluk yükler insana.

Cemaat konusunun bu noktaya geleceği neredeyse 10 yıldan beri beklenen bir gelişmeydi. Cemaatler her ne zaman varlık nedenlerinin dışına çıkar ve yıpranacakları siyasi arenaya adım atarlarsa bunun gibi tepkileri toplamaları kaçınılmazdır. Tarihimiz bu konuda yüzlerce örnekle doludur.

Tabii ki cemaatin yapılanmasından rahatsız olduğunu söyleyenlerin bir kısmının esas dertlerinin kendilerinden olmayan herkesin tasfiye edilmesi olduğu da unutulmamalı. Bunların "Cambaza bak" oyununa gelinmemeli.

Bunun tek yolu güçlü bir hukuk devleti oluşturmak ve atamalarda güçlü bir adalet sağlamaktır.

Kimsenin bu konuda siyasi iktidara gücenmeye hakkı yok. Siyasi iktidar pek tabii ki milletin tercihiyle işbaşına gelmiştir ve milletin taleplerine sırtını dönemez, dönmedi de.