İşte Vehbi Vakkasoğlu hocamın o yazısı;
Henüz yirmi yaşında bile
değildim. Haruniye`nin meşhur kaplıcasına gidiyordum. O zamanlar, her şoför, bu
dağlık arazinin kıvrım kıvrım yollarına girmeye cesaret edemiyordu. Biz bir
kamyonet bulduk ve birkaç aile yataklarımızı ve diğer eşyalarımızı yerleştirip
üzerlerine kurulduk. Bir süre sonra yeşilin her tonunun muhteşem bir güzellikle
sergilendiği dağ yollarındaydık. Ağustos böceklerinin monoton nağmelerini
dinleyerek pırıl pırıl, capcanlı çamların arasında arkamızda bir toz bulutu
bırakarak ağır ağır tırmanıyorduk. Allah`tan ki karşımızdan başka araba
gelmiyordu. Çünkü yolun bazı yerleri iki arabanın sığamayacağı kadar dardı.
Hattâ bazı virajlarda, kamyonet tekerinden fırlayan taşlar, atlaya zıplaya
derenin dibini buluyordu. Nihayet zorlana zorlana uzun yokuşu bitirmiş olan
arabamız, düze çıkmıştı. Biraz sonra da iniş başlayacaktı. Ben çok sevdiğim bu
manzaranın ve dolayısıyla da yolculuğumuzun hiç bitmemesini istiyor, temiz dağ
serinliğini doyasıya ciğerlerime çekiyordum. Bu arada gözüme enteresan bir şey
ilişti. Hayret içindeydim, bir daha baktım, bir daha, bir daha ve şöyle
haykırmaktan kendimi alamadım:
- Aman Allahım, çama bakınız! Sipsivri
bir kayanın tepesinde kök salmış, bir avuç toprak bile yok."
Ben böyle sesli
düşünürken, karşımda oturan yaşlıca adam, biraz da benim hayretime kızgın
olarak sordu:
- Ne var bunda? Çoktur buralarda böyle
ağaçlar..."
- Ne var olur mu? Şu Allah`ın kudretine
bakınız! Koskocaman bir kayanın zirvesinde pırıl pırıl ve bakımlı bir güzelim
çam ağacını yaratmış..."
-Hadi canım sende! Bunun Allah`la ve
O`nun kudretiyle ne ilişkisi var?"
- Peki ama, nasıl olur başka türlü? Kim
o çamı o en olmayacak yerde bitirmiş olabilir?"
- Hiç kimse evlât... Niçin illâ da biri
yaratmış olsun yani? Bunlar hep geri ve ilkel düşüncelerdir."
- Ama Allah o çamı orada yaratıp
yetiştirmediyse, kim yaptı bu işi?"
-Meselâ şöyle düşün: Bir kuş, ağzında
bir çam tohumu ile uçarken, tam bu kayanın üzerine gelince, ağzından
düşürmüştür. Düşen tohum da kayanın bir kırık tarafına takılıp kalır ve oradaki
toprağa kök salar. Sonra da kayanın altına giren kökleriyle böyle gelişip
serpilir."
- Olay sizin dediğiniz gibiyse bile,
bütün bunları yapıp yaratan yok mu?"
- Yok tabiî... Yaratıcı diye bir şeye
inanmak, bu devirde çok ayıptır.
- Yaşınız başınızla bunu nasıl
söylersiniz? Ben size bu konuda birçok misal söyleyebilirim."
Bu şekilde devam eden
konuşmamız hemen münakaşaya döndü ve tabiî seslerimiz de yükseldi. Adam
bağırdıkça ben de sesimi yükseltiyordum. Bizi sessiz dinleyen diğer yolcular da
zaman zaman münakaşaya katılıyorlardı. Fakat halinden okumuş bir kimse olduğu
sezilen bu yaşlıca adamdan başka hiç kimse, Allah`ı inkâr etmiyordu. Ama bir an
önce de münakaşayı bitirmemizi ve susmamızı istiyorlardı.
Bu sırada araba yavaş
yavaş hızlanmaya başladı. Derken belki yüz metre aşağılarda ip gibi uzayıp
giden Ceyhan nehrine kadar tekerleklerden fırlayıp giden taşlar, bizi şaşkına
çevirdi. Bir an sessizlikle herkes birbirine bakışırken, şoför başını uzatıp,
"Fren patladı!" dedi. Sağ yanımız yokuş aşağı çamlarla kaplı bir
bayırdı. Bu yokuşun sonunda Ceyhan nehrinin kayalara çarptıkça köpüklenen
suları görünüyordu. Sol taraf ise, yalçın kayalıklarla kaplı bir yamaçtı.
Birkaç saniyelik şaşkınlık geçer geçmez, herkes çığlık çığlığa bağırmaya
başladı. Kimisi şehâdet getiriyor, kimisi besmele çekiyor, kimisi de
"Allah" diye bağırıyor, kendince dualar edip yalvarıyordu. Allah`a
inanmadığını söyleyen yaşlı zat da, adetâ kendinden geçmiş,
"Allahım!..." deyip duruyordu.
Ama bu durum, fazla
sürmedi. Çünkü, bizim bütün şaşkınlığımız ve hayretimiz arasında araba
yavaşlamaya başladı ve biraz sonra kenara yanaşıp durdu. Durur durmaz da her
kafadan bir ses yükselmeye başladı:
- Yahu bu ne biçim iş?"
- Hani fren patlamıştı?"
- Ödümüz patladı!"
- Şaka mıydı yoksa?.."
Şoför yerinden çıkıp
yanımıza yaklaştı ve benim biraz önce münakaşa ettiğim yaşlıca adama dönerek
dedi ki:
-Sen utanmıyor musun, Allah yoktur
demeye? Biraz önce yoktur dedin, sonra da fren patladı sanınca, herkesten fazla
Allah diye bağırdın. Yoksa, niçin O`nu yardımına çağırıyorsun?"
Sonra da bize dönerek: -
Kusura bakmayın, fren miren patlamadı. Ben münakaşanızı duyunca, şu adama bir
ders vermek istedim," diyerek tekrar direksiyona geçti.
Araba yürüdüğünde sadece
Ağustos böceklerinin sesleri vardı. Herkes susmuş; yaşlıca adam ise, yüzü
kıpkırmızı, düşüncelere dalmıştı... Kaplıcaya gelip de eşyalarımızı
indirdiğimiz zaman bana yaklaşarak:
- Oğlum, senden özür dilerim; bunca
yıldır inanmadığımı sandığım Allah`a meğer ben inanıyormuşum da haberim
yokmuş... Bunu öğrenmeme sebeb oldun. Şoför efendi, sana da çok teşekkür
ederim, bana inancımın farkına varacak imkânı sağladın," dedi.