Yıllar önce bir Hayal Amcam vardı. Arada oturur sohbet ederdik. Bana yazılarımda ilham verirdi. Sonra birbirimizi kaybettik. Uzun yıllar gelmedi, görüşemedik. Dün gece Cemiyette çalışırken, geç vakit kapı çaldı. Bu saatte kimdir bu diye kapıyı açtığımda, aman Allahım karşımda Hayal Amca…

Merhaba değerli okurlarımız!

Yıllar önce bir Hayal Amcam vardı. Arada oturur sohbet ederdik. Bana yazılarımda ilham verirdi. Sonra birbirimizi kaybettik. Uzun yıllar gelmedi, görüşemedik. Dün gece Cemiyette çalışırken, geç vakit kapı çaldı. Bu saatte kimdir bu diye kapıyı açtığımda, aman Allahım karşımda Hayal Amca… Saç sakal bembeyaz olmuş, elinde baston…

Hasretle sarıldık birbiri¬mize, hal-hatır muhabbet... “Uzun zaman oldu oğul, seni çok özledim ama bir türlü gelemedim. Ne bu halin oğul, saçı sakalı beyazlatmışsın…” Muhabbet muhabbet üstüne… Neyse Hayal Amca gelir de boş gelir mi…

“Bak oğul, bir daha gelebilir miyim, geldiğimde seni bulabilir miyim bilmiyorum ama sana bir hikaye atlatacağım ama anlattıklarımı gazetede aynen yazacaksın. Söz mü?” dedi.

Yıllar sonra Hayal Amcam gelmiş, bana bir hikaye anlatmış da ben yazmam mı?

İşte Hayal Amca'mın hikayesi;
"Bir varmış, bir yokmuş, belki de hiç olmamış. Olmuş veya olmamış ne farkeder. Ben dedemin dedesiyle horul horul uyurken, uyudukça büyürken, büyüdükçe uyuşurken bir Sadrazam varmış. Birgün hamama gideceği tutmuş Sadrazam hazretlerinin. Giyinmiş vatandaşın hizmeti için ayrılan bütçeden oyunlarla çalarak yaptırdığı ipek işlemeli kaftanını, takmış başına devletin hazinesinden çalarak büyüyen sözde iş adamlarının yaptırdığı zümrüt işlemeli tacını. Sadrazam ki ne Sadrazam... Boy-post yerinde, dilinden bal damlar, sözünde şeker var, atmada-tutmada birinci icraatta sonuncu, gösterişte zirveci, anlayacağınız tam bir beyefendi. Bir yanında bilge kişileri, bir yanında has dostları, bir yanında şair-i azamları, bir yanında dalkavukları, akılcıbaşısı, yağcıbaşısı, sazcı-sözcübaşısı, katipçibaşısı, aşçıbaşısı, avcıbaşısı, hasırcıbaşısı, vurguncubaşısı, sabuncubaşısı… Velhasıl tam tamına dörtyüz kişilik kafile. İpek işlemeli, allı pullu peştemallerini takıp girerler hamama. Üçer beşer geçerler kurnaların başına.

Sadrazam hazretleri derseniz; kurulup göbek taşına, yan gelip yatar tüm ihtişamıyla. Memleketin en ünlü tellakları sararlar Sadrazamın dört yanını. Kimi elini kapar, kimi bacağını. Bir keseleme, sürtme faslıdır başlar. Tam oniki saat, oniki ünlü tellak incitmeden keselerler hazretin mübarek vücudunu. Öylesine kir çıkar ki sormayın... Her biri kol gibi. ‘Aman efendim, bu ne kiri?” demeye kalmaz, keselerin altında eriyip gider koskoca Sadrazam. Bütün maiyet erkanı yerinden fırlayıp: ‘Nittünüz devletliyi?” derler tellaklara.

Tellaklar; “Biz yıkadık, keseledik. Devletlinin kirden ibaret olduğunu bilmedik. Suç bizde değil. Neyliyelim; kir bitti, Sadrazam elden gitti.” derler.

Sadrazam eriyip gider de diğerleri kalır mı? Ne dalkavukları kalır ortada, ne bilgeleri, ne akılcıbaşısı, ne yağcıbaşısı, ne sazcı-sözcübaşısı, ne katipçibaşısı, ne aşçıbaşısı, ne avcıbaşısı, ne sabuncubaşısı, vurguncubaşısı, ne de has dostları kalır ortada. Hepsi eriyip gider Sadrazamla birlikte...

İşte böyledir Sadrazamın hikayesi. "Sonuçta hikaye bu. olmuş veya olmamış ne farkeder, yaşanmış veya yaşanmamış ne önemi var?” dememek lazım Oğul. Hikaye mükemmel, hikaye günümüzde de yaşanan gerçeklerle dolu. Düşünüyorum da: şimdi o tellakları bulsak, koskoca bir hamam yaptırsak, bu ülkeyi yönetenleri, yönetmek isteyenleri, yönetenlerin dalkavuklarını, yönetmek isteyenlerin pofpofçularını, yağcılarını, adam gibi adam olmadıkları halde onları adam gibi gösteren, posterini çizen katip ressamlarını toplayıp doldursak hamama. 'Buyurun, başlayın keselemeye' desek tellaklara. Sence oğul, hamamdan sağlam çıkan olabilir mi? Çıkan olursa kaç gram olarak çıkarlar?"

Ah hayal Amca, yıllar sonra gelip bana bunları mı anlatacaktın. Şu soruya bir bakın, ahiret sorusu sanki; Hamamdan çıkan olur mu? Çıkan kaç gram çıkar onu sizlerin takdirine bırakıyorum.

Saygılarımla…