Önceki yazının devamı…

Üç ay sonra af çıktı. ‘Bu vesile ile hemşerimi bir gidip göreyim, af müjdesini vereyim’, diye kararlaştırdı Fatih. Giderken de: ‘elim tamamen boş gitmeyeyim, ne götürsem acaba?’ diye düşünürken, bir markete girip bir kola, biraz da çerez aldı. ‘Hem müjdeyi veririm, hem de bunları atıştırırken biraz da sohbet ederim. Acaba verdiğim kitapları okumuş mudur?’ diye düşündü.

Yol uzadıkça uzamıştı. Zaman sanki geçmek bilmiyordu. Saatine baktığında ise hiç de öyle olmadığını anladı. İçeri girip otel görevlilerine selam verdi. Meramını kısaca anlattı ve merdivenlerden yukarı çıkmaya başladı. Sanki biraz da heyecanlıydı. Yine aynı cümle geldi aklına: ‘Tövbe, tövbe!’ dedi ve yürüdü. Kapının önünde biraz soluklandı. Kapıyı usulca tıklattı ve bekledi. Ses yoktu. Tekrar biraz daha hızlı tıklattı ve bekledi. Yine ses yoktu. Hayret… Kapı sesini duymuş olmalıydı Suna. Kulağını kapıya koyarak içeriyi dinledi. ‘Allah, Allah!’ dedi. ‘Ben mi duymuyorum yoksa?’ Gerisini düşünmek istemedi. Gerçekten ses seda yoktu; olsa duyulurdu herhalde. İyice meraklandı. Arka arkasına kapıya şiddetle vurmaya başladı ve sonunda kapıyı itti. Suna içerdeydi. Masayı önüne almış, pencereden dışarıyı seyrediyordu. Arkası kapıya dönüktü. Fatih içeri usulca girdi. Suna’da hâlâ hiçbir kıpırtı yoktu.

Gelenin kim olduğunu bilmediği halde hâlâ niçin böyle davranıyordu bu kız? İnsan hiç mi merak edip dönüp bakmazdı? Hâlâ bakmıyordu. Bu kadarı da fazlaydı. Fatih gülümseyerek ve tatlı bir ses tonuyla:
- Suna, ben geldim ben, sana müjde getirdim Suna! Beklediğin af çıktı, af!.. Suna! Suna!..Niçin cevap vermiyorsun Suna? Sana diyorum Suna! Duymuyor musun beni?
Suna’nın yanına iyice yaklaştı ve omzuna dokunarak, alçak bir sesle:
— Suna! Suna! dedi.
Eliyle çenesinden tutarak başını kaldırdı:
- Suna! Suna! Yoksa? Sunaaaaaaaa! diye otelde sesi yankılandı… Yankılandı…
Gözü birden kolundaki şırıngaya ilişti, nabzını dinledi:
- Ölmüş!.. Ölmüş!.. Öldürmüşler Suna’mı!.. Katilleeer!.. Alçaklaaar! Ne istersiniz bu milletin çocuklarındaaan!? diye bağırdı.
Sonra oturdu. Düşünceli düşünceli etrafı süzerken masanın üzerindeki gazete dikkatini çekti, kalkıp gazeteyi aldı. Eroinden ölen Alman gencinin resminin altındaki yazı gözüne ilişti. Yazı aynen şöyleydi:
“Kendisine bilerek aşırı doz verip intihar eden, ölmeden önce de bir veda mektubu yazıp bırakan, mektubunda gençleri eroinden uzak dursunlar diye uyaran Alman genci Andreas W.”
Ve bu gencin geriye bıraktığı çığlık gibi mektubu:
“Hayatıma burada son veriyorum. Çünkü bir eroinman, dostlarına ve arkadaşlarına öfke, dert, acı ve çaresizlikten başka bir şey veremiyor. Sadece kendini değil başkalarını da mahvediyor. Anneme, babama ve minicik büyük anneanneme teşekkür ederim. Bedenen tam bir leşim artık. Eroinman olmak akla gelebilecek en kötü şey. Fakat dünyaya gencecik, yaşama sevinci dopdolu gelen insanları felakete kim itiyor?

Bu mektup, bir gün, ‘BİR DENESEM Mİ ACABA?’ diyecek duruma düşecek herkese bir uyarıdır!
Hey aptallar, işte, beni görün! Elveda!..” Andreas Wikzorek.
Bu mektubun altına Suna da şu notları düşmüştü. Fatih, bu kırık dökük notları birleştirerek okumaya çalıştı. Suna da gençlere bu notlarında şöyle sesleniyordu:
“Görüşlerinize aynen katılıyorum. Ve medeniyetinizin aşkıyla ölüyorum!..
Hey yeni aptallar!
Beni de görün, ibret alın! SUNA.”
Gazeteyi hırsla yere atan Fatih yumruklarını sıkarak, avazının çıktığı kadar bağırmaya başladı, otel yankılanıyordu:
- Ey Suna! Ey Sunalar!
Andreas’ların arkasından giderseniz, işte Andreaslar gibi olursunuz! Onlar gibi ölürsünüz! Onların varacağı yere varırsınız!..
Kılavuzu karga olanın, burnu şeyden çıkmaz!
Ey Allah’ım!
Bu ne hâl? Devlet aciz, doktor aciz, hasta aciz!..
Örnek aldığımız Avrupa aciz!..
Ama bir çıkış yolu bulunmalı bu gidişattan!
Ateşte yanmamalı kelebekler! Ateşte yanmamalı bebekler!..
Ölüm girdapları yutmamalı Ayşeleri, Fatmaları!..
Tehlikeli yollar öldürmemeli Ahmetleri, Mehmetleri!..
Ey Suna! Ey yurdumun Sunaları!..
Sade suçlu siz misiniz? Hepimiz suçluyuz!..
Sizlere iyi bir eğitim veremeyen, kötülüklere karşı koruması gerektiği halde korumayan, sizlere, haram ve helâlleri öğretemeyen, herkes suçludur!..
Ey Suna! Ey yurdumun Sunaları!..
Suçlu sadece siz misiniz? Hepimiz suçluyuz!..
Fatih çıldırmış gibi habire bağırarak konuşuyordu:
- Sizlere, “İçki kötülüklerin anasıdır!” demeyen, tek kanatlı kuş uçurtmaya çalışan; sizden, sevgi ve merhameti esirgeyen herkes suçludur!..
Yankılanan çığlıkları duyan otel görevlileri koşarak geldiler. Ne olduğunu anlamaya çalıştılar ilkin. Gelenler, Fatih’in Suna’yı parmaklarıyla işaret ederek yaptığı konuşmayı görünce, sevgilisi ile arası açılan bir gencin ona bağırması şeklinde algıladılar olayı. Biraz geriye çekildiler. Suna, onlara göre arkası dönük oturuyor, bağıran gence hiçbir cevap vermiyordu. Fatih çıldırmış gibi Suna’ya şöyle diyordu:
- Ey Suna!.. Senin gencecik ölümün bana bir görev yükledi! Allah’a yemin ederim ki ben hayatta olduğum müddetçe, gücüm nispetinde, seni öldürenlerle mücadele edeceğim! Mücadele edenlerle birlikte olacağım! Bu aziz milletin gençlerini bu girdaplardan kurtarmaya çalışacağım!..
Ant olsun! Bütün şeref ve mukaddesatım üzerine söz veriyorum, yüce Allah’ıma yemin ediyorum!..
Birden dizleri üzerine çöktü ve ellerini açarak, ağlayarak şöyle dua etti:
- Ey yüce Allah’ım! Gençlerimizi her türlü kötülüklerden sen koru!
Sen, her şeye gücü yeten biricik yardımcımızsın!..
‘Âmin’ diyerek ellerini yüzüne sürecekti ki polisin:
— Kendine gel delikanlı, kendine gel! Toparlan artık! dediğini duydu.
Dünya, sanki Fatih’in umurunda değildi. Donmuş gibi bir hâli vardı. Hep ileriye doğru bakıyordu.
Polis, otel görevlilerinden ve Fatih’ten bilgi aldı. Raporunu tuttu ve otopsi için Suna’yı, ifadesini almak için de Fatih’i alıp götürdü.
Bu, Fatih’in cinayet için ikinci ifade verişiydi.
Fatih aylarca bu beklenmedik olayın tesirinden kurtulamadı. Olay gazetelere yansıdı. Haber Suna’nın resmiyle verildi.
Devam edecek…