Önceki yazının devamı…

Arkadaşının dizine dokunarak:
- Hadi söyle Mehmet, ne var utanacak, çekinecek.
- Dinliyoruz Mehmet Bey, dedi Fatih de.
- Sayın Doktorum, senin gül hatırın kırılacağına, kör şeytanın topal bacağı bir daha kırılsın! dedi ve elini kulağına attı. Çok içli, çok duygulu bir şekilde şu türküyü söylemeye başladı. Yanındakiler de yer yer ona eşlik ediyorlardı:

“Karadır ah bahtım kara,
Sözüm kâr etmiyor yâre!..
Yüreğimi yaktı nâra,
Ey vah, ey vah, ey vah!..

Kendim ettim kendim buldum,
Gül gibi sararıp soldum!
Ey vah, ey vah, ey vah!..

Bilmez yâr gönlümden bilmez,
Akar gözyaşlarım dinmez!..
Bir kere yüzüme gülmez,
Ey vah, ey vah, ey vah!..

Kendim ettim kendim buldum,
Gül gibi sararıp soldum!
Ey vah, ey vah, ey vah!..”

Türkü biter bitmez oradakiler Mehmet’i kuvvetlice alkışladılar. Mehmet bu alkışlardan fazlasıyla memnun olmuştu.
- İşte şimdi dedi, gamım kasavetim kalmadı. İnsan, dostlarıyla beraber olunca acılarını kısmen de olsa unutuyor, Doktor Bey. “Doktor Bey” diyerek yine söze başladı:
- Doktor Bey!
- Buyurun Efendim!
- Biz de senden isteriz!
Fatih ayağa kalktı. Biraz düşündükten sonra:
- Arkadaşlar, dedi. Ben türkü dinlemesini severim de, çağırmasını beceremem. Bu da benim eksikliğim, hoş görün. Mademki benden de bir şeyler istiyorsunuz, ben de sizlere onun yerine güzel iki sarhoş fıkrası anlatayım. Tamam, mı, anlaştık mı arkadaşlar? dedi.
Orada bulunanlar da: “Anlaştık” deyince, o da başladı anlatmaya:
- Arkadaşlar, birinci fıkram şu: Sarhoşun biri kaldırımda sallanarak zor ayakta duruyormuş. Yanından geçen bir beyefendiye: Beyefendi, demiş, karşı kaldırım neresi acaba? O da eliyle göstererek: İşte! Karşı kaldırım orası! Diyerek karşı kaldırımı göstermiş.
Sarhoş ciddi ciddi adama çıkışmış: Ama Beyefendi demiş, ben biraz önce o taraftaydım. Karşı kaldırım neresi dediğimde onlar da karşı kaldırım diye bu tarafı göstermişlerdi. Bu nasıl oluyor? Demiş. Sarhoşum diye benimle dalga mı geçiyorsun? Akılsızız dediysek, iyice de deli değiliz herhalde! demiş. Beyefendi de sarhoşun bu haline gülümseyerek oradan uzaklaşmış.
Gelelim ikinci fıkraya:
Bizim Gâvur Dağlı Fatma Teyze’nin, içip içip sızan, devamlı kumar oynayan haylaz mı haylaz bir oğlu varmış. Vakti gelince askere gitmiş. Derken askerlik bitip geri dönmüş. Annesine demiş ki: Anne, artık oğlun adam oldu. Bütün kötülüklerini terk etti. Artık sadece üzüm suyu içiyor.
Mehmet, Doktoru tasdik için sözünü kesercesine:
- Zaten bizim o taraflarda da askere gitmeyeni adam yerine koymazlar, kız da vermek istemezler, dedi.
- Teşekkür ederim Mehmet Amca. Fatma teyze oğlunun bu sözlerine çok sevinmiş. Bir gün, ekmek yapmak için sabah erkenden hazırlığa başlamış. Odun, saç, ekmek tahtası, oklava derken çok susamış. Su içmek isterken oğlunun üzüm suyu aklına gelmiş. Bir miktar üzüm suyundan içmiş. Biraz sonra Fatma teyze sarhoş olmuş. Hamur açmak için ita denilen sergi üzerine elemesi gereken unu, sarhoş haliyle ayağa kalkıp içeride sağa sola elemeye başlamış.
İçeriye aniden giren oğlu: Anne! Ne yapıyorsun? Unu yerlere eliyorsun, itaya elesene! İtaya! Deyince, Fatma teyze şöyle cevap vermiş: Bre oğlum! Demiş. Anana her yer ita! Her yer ita!..
Mehmet Bey gülerek:
- Sanki beni anlatıyor bu fıkra yahu! dedi.
Fatih, herkesin gülümsediğini görünce çok sevindi. ‘Bu devirde herkesi güldürmek kolay mı?’ dedi içinden.
- Mehmet Bey, sizin de hayat hikâyenizi dinleyelim! Diyerek Mehmet Bey’e yöneldi. Siz nasıl düştünüz bu hallere?
- Yavrum, dedi, belki inanmayacaksınız ama ben bir zamanlar ağa idim. Çok param vardı, çok tarlam vardı. Ama o servetimin kıymetini bilemedim. Kötülüklere müptela oldum. Kıymeti bilinmeyen şey de elden uçup gider, Doktor Bey. Benimki de uçup gitti.
- Doğru, dedi, İsmail.
- Allah kullarına verdiği nimetin kıymetinin bilinmediğini görünce onu o kulundan alıyor, başka bir kulunu veriyor. Bu sefer de kıymetini bilecek mi diye o mal ile o kulunu deniyor. Ben o imtihanı kaybedenlerden oldum. Sıhhat da böyle değil mi Sayın Doktorum?
- Evet, Mehmet amca! Tam da benim en iyi anlayacağım bir şeyi örnek verdiniz! Sağ olun!
- Yavrum! Biz çirkine özlem duyduk, çirkefe düştük! Şimdi hayatımda ne güzellik var, ne de çirkinlik! Sadece açlıkla savaşıyorum! Başımı sokacak bir yerim de yok!
- Çok malım vardı demiştiniz, onları ne yaptınız?
- Satıp satıp içtim Doktor Bey oğlum!
- Bir gün, bu malların da bitip tükeneceğini, hiç düşünmediniz mi?
Sigarasından derin bir nefes çeken Mehmet:
- Düşündüm! Düşünmekten de öte, bir gün her şeyimi de kaybedeceğimi biliyordum! Ama bir girdabın içine düşmüştüm ve çırpınıyordum. Girdap, her çırpınışımda beni daha da çok yutuyordu. Ah, o çevremden bir kurtulabilseydim! Belki o zaman kurtulabilirdim. Ama olmadı işte! dedi.
- Hiç elinizden tutan, tutmak isteyen olmadı mı? Hiç öğüt veren olmadı mı size?
Mehmet Bey gülümseyerek:
- Güldürme beni Doktor Bey, hiç ağayım diyen başkasından öğüt alır mı? En akıllı kendisini sanır. Yine de sizin gibi öğüt verenler olsaydı tutar mıydım? Şu an onu da bilmiyorum.
- Peki, şimdi ne olacak sizin haliniz? Ölünceye kadar sokaklarda mı dolaşacaksınız?
Derin bir iç çeken Mehmet:
- Bilmiyorum Doktor Bey! Daha ne kadar yaşarım onu da bilmiyorum? Sokaklarda ölmeyi zaten hak ettim ben. Bu yüzden de fazla şikâyetçi değilim…
- Nerede kalıyorsunuz şu an?
- Yazları, yolda, sokakta, parklarda… Yazın pek o kadar problem olmuyor. Yazın her yer yatak bizlere… Ama kış, büküyor belimizi…
- Ne yapıyorsunuz ya o zaman?
- İşte gördüğünüz gibi. Bekleme salonlarında, tren garlarında, terminallerde, alt geçitlerde, kışı atlatmaya çalışıyoruz. Bizim durumumuz böyle Doktor Bey. İster ağla ister gül!..
Devam edecek…