Önceki yazının devamı…

Fatih, istediği samimi havanın oluştuğuna, buradakilerin de çekinmeden içlerini kendilerine açacaklarına kanaat getirince şöyle sordu:
- Niçin bırakamadınız İsmail Bey? Sana hiç öğüt veren olmadı mı? Hiçbir şeyden öğüt almadınız mı?
- Doktor Bey, çok açık söyleyeyim, ben öğüt almak istemedim. İçki içmeyenleri kınadım, daima kınardım da...
- Niçin?
- Çünkü ben daha çok içmek istiyordum!
- Karın, çocukların mani olmak istemediler mi?
- İstediler! İstediler Sayın Doktorum!
- Eee?
- Doktorum, “açma kutuyu, söyletme kötüyü” demişler. Mademki açtınız kutuyu, öyleyse dinleyin kötüyü, dedi İsmail.
Fatih’in de istediği buydu:
- Dinliyoruz efendim, dedi.
- Doktorum, bir gün zilzurna sarhoş olarak eve dönmüştüm. Kapıyı geç açan kızımı fena halde dövdüm. Annesi dayanamadı, ekmek bıçağını alarak karşıma dikildi. Bir daha kızıma bir çıntırık vurursan, seni şu ekmek bıçağı ile paramparça ederim demesin mi? Ben zaten zilzurna sarhoşum, evin yolunu zor bulmuşum. Hadi şuradan kaltak! dedim. Ben seni o ekmek bıçağı ile kıyım kıyım doğrarım! Bana bu sefer de demesin mi ki kadın başıynan: Sen şu hâlinle bir tavuk bile kesemezsin! O an kafamın tası atmış, ondan sonrasını pek hatırlayamıyorum. O bana, ben ona birbirimizi iyice doğramışız. O dövdüğüm kızım, ikimizi de hastaneye ulaştırmış. Yaralarımızı sarmışlar, sonunda iyileştik. Karım da çocuklarını alıp babasının yanına çekip gitti. Epey bir zaman bekâr kaldım.
- Bu ara ne yaptınız?
- Ne yapacağım! Bol bol içtim. Varlığım iyi idi o zamanlar. Sonunda bekârlık canıma tak dedi. Gittim kaynanamın, kayın babamın ellerini öptüm, yeniden hanımımı istedim. Yalvardım, yakardım vermediler. Tehditler savurmaya başladım: Vallahi yakarım, billahi yıkarım! Dedimse de tehditlerim kâr etmedi, yine de vermediler.
- Eee? Ne oldu sonra ya? Bir tatlıya bağlayabildiniz mi?
- Bağladık.
- Güzel, nasıl oldu?
- Temiz bir amca ile caminin imamı araya girdiler, aramızı buldular. Ben de bir daha içmeyeceğime, kavga etmeyeceğime kati söz verdim.
- Güzel etmişin. Sözünde durabildin mi bari?
- Ne gezer!.. Sözümde durabilseydim, şimdi buralarda olur muydum Doktorum? Biz bir kere şeytanın atına binmişiz, kolay kolay iner miyiz? Çünkü şeytana da keyif lazım Doktorum.
- Noldu ya sonra?
- Bir iki gün eve sarhoş gelmedim. Adam gibi yaşadık. Sonra yine: “Eski hamam eski tas” oldu. Kadın da çekip gitti. Onun yerinde ben de olsaydım vallahi çekip giderdim. Şimdi çocuklarıyla gül gibi yaşıyorlar.
- Çocuklarınızı hiç özlemediniz mi İsmail Bey?
İsmail Bey, birden hüzünlendi. Gözlerinden boncuk boncuk yaş geldi. Başını kaldırarak uzak ufuklara baktı baktı, sanki Sinop’a ailesinin yanına gitmişti. Neden sonra kendine geldi ve elinin tersiyle gözyaşlarını silerek:
- Ah Doktorum, ah! Özlemez olur muyum? Hepsi burnumda tütüyor, çok özledim kerataları!.. Aralarında olsam, ortalarına otursam, bir onu bir bunu doyasıya öpsem, koklasam! Doyasıya kucaklasam!.. Neyse Doktorum! Hayalleri de yeter bana!..
- İsmail Bey istemeyerek de olsa sizi üzdük. Onları bir ziyaret etseniz iyi olmaz mı?
- Bu halimle ziyaretlerine nasıl giderim ki Doktorum! Onlar zamanında bana çok yalvardılar: “Bu hayatı bırak, bu hayatı bırak baba!” dediler, dinlemedim! İyi günlerimde hep tersledim onları. Ne yüzle gidebilirim şimdi yanlarına? Nasıl yüzlerine bakabilirim Doktor Bey? Sen olsan gidebilir misin? Bak susuyorsun, dedi ve çenesini bastonuna dayayarak ağlamaya başladı İsmail. Gözlerinden sicim gibi yaşlar akıyordu. Biraz sonra bastonunu hızlı hızlı yere vurarak ayağa katlı:
- Doktor Bey, Doktor Bey! dedi. Ben ibretlik bir adamım!.. Bir zamanlar şu gördüğün adam, kıralar gibi karşılanırdı meyhanelerde, gazinolarda! Şimdi içine bile almıyorlar beni. Ben yıkıldım, yerlerde sürünüyorum ama o meyhaneler, gazinolar hâlâ dimdik, hâlâ ayakta! Raflarında sıra sıra şişeler!..
- Evet İsmail Bey, yeni kurbanlarını bekliyor o meyhaneler, o şişeler!.. dedi Fatih.
Hiddetlenen İsmail sözüne şöyle devam etti:
- Ey yeni kurbanlar! Beni görün de ibret alın! Aklını kullanmayıp heveslerine yenik düşenlerin en canlı örneği işte benim!..
- İsterseniz, yeniden ayağa kalkabilirsiniz İsmail Bey!
- Doktorum, ayağa kalkmak için çok geç değil belki. Ama takatim yok, hastayım, zor yürüyorum. Gözlerim de iyice zayıfladı, dedi ve ağlamaya başladı: Doktorum, ecel yaklaştı, farkındayım… Cenazem ortada kalmasa bari…
Şimdiye kadar, kader arkadaşını hüzünle dinleyen Mehmet:
- İsmail, İsmail! dedi, kimin kimden önce öleceğini ancak Allah bilir! Ölüme ben senden önce talibim!
İsmail hiç konuşmadan gözyaşlarını silerek, yürümek için ayağa kalktı.
- Nereye gidiyorsunuz İsmail Bey? dedi doktor.
Ellerini “boş ver!” anlamına salladıktan sonra:
- Sokaklara!.. Soğuk ve ıslak sokaklara Doktor Bey, dedi ve:

“ Uzun ince bir yoldayım,
Gidiyorum gündüz gece.
Bilmiyorum ne haldeyim,
Gidiyorum gündüz gece!..

Dünyaya geldiğim anda,
Yürüdüm aynı zamanda
İki kapılı bir handa,
Gidiyorum gündüz gece…”

Türkünün söylenişinden çok etkilenen Fatih:
- Çok sağ ol İsmail Bey, dedi ve kolundan tutarak yerine oturtturdu.
Bu ara çaycının sesi duyuldu:
- Çay, Çaaayy! Sıcak sıcak, sıcak sıcak!.. Çaaay!
Fatih, çaycı görünür görünmez eliyle gelmesini işaret ederek:
- Çaycı, çaycı!.. Buraya da bakar mısınız? dedi.
Koşarak gelen çaycı:
- Buyurun âbi, geldim âbi diyerek yanlarına sokuldu. Çayları verdi, parasını alarak uzaklaştı.
İsmail, Mehmet’i göstererek:
- Doktor Bey, dedi, arkadaşımız da güzel türkü söyler, o da söylesin.
- Söylesin tabii. Dinleriz, memnuniyetle.
- Sayın Doktorum, biz, kendimizi bu türkülerde buluyoruz, hâlimizi bu türkülerle ifade ediyoruz, dedi İsmail.
Devam edecek…