Önceki yazının devamı…

Şırıngayı eline alan Suna göstererek:
- Şu mikrobu bir defa kullanan, ailesini, geçmişini, geleceğini velhasıl güzel olan neyi varsa hepsini bir anda kaybeder!
Bu itiraftan çok memnun olan Fatih:
- Mademki öyle, al şu parayı, ama uyuşturucuda kullanma! Şu da kartım. Telefonumdan her an beni arayabilirsin. Ama ne olur yaşama azmini yitirme! Yaşama azmini yitirme! Sen, sen ol, yaşama azmini yitirme Suna!..
Para ve kartı alan Suna:
- Çok sağ ol âbi. Ben de telefonumu vereyim.
- Telefonun var bende.
- Kimden aldın?
- Aylin’den.
- Öyle mi?
- Evet.
- Keşke bu mikroba hiç bulaşmasaydın Suna!

Suna ağlayarak:
- Ah âbi, ah!.. Şayet bu girdaba düşmemiş olsaydım, şimdi beşinci sınıfta olacaktım. İki sene sonra da herkesin gıpta ile baktığı bir doktor. O zaman, belki babamı da tedavi ettirebilirdim. Ona yardım da edebilirdim. Ama olmadı… Kendim ettim kendim buldum. Kural tanımamanın, büyük sözü dinlememenin, en iyisini, en iyi ben bilirim demenin, dik kafalılığın cezasını çekiyorum âbi.
Suna’nın içini dökmesinden çok rahatlayan Fatih:
- Hemşerim, dedi, benim sana son sözüm şu: İster tut, ister tutma! Yaşama azmini yitirme! Ümitsizliğe kapılma! Şayet ümitsizliğe kapılırsan, iyi bil ki, her şey biter! O zaman da kendini ya bir çöplükte, ya bir tuvalette, ya da bir otel odasında ölü bulursun. Daha doğrusu biz buluruz biz! …
Suna bu sözlerden biraz irkilmişti. Her şeye rağmen can tatlıydı; hayat güzeldi. Yaşama isteğini henüz tamamen kaybetmemişti. Kendini toparlayıp cevap verdi:
- Benden önce bu girdaplarda boğulanlar gibi mi?
- Aynen öyle! Bak sana ibretlik bir hikâye anlatacağım. Can pekmezden ne kadar tatlıymış gör:
- Dinliyorum âbi!
- Adamın biri yaşlanmış, hayatın yükünü çekemez olmuş. Dağdan sırtında evine odun getiriyormuş. İpler omuzlarını kesmeye, odunlar sırtlarına batmaya başlamış. Yorulmuş adam. Sırtındaki odunu bir taşa dayayarak, ellerini Mevla’sına açmış, demiş ki: Hey güzel Rabbim! Artık hayatın çilelerine dayanamaz; yükünü kaldıramaz oldum. Gönder de Azrail’ini emanetini alsın artık. Hikâye bu ya, Azrail de oradaymış. Önüne insan kılığına girerek atlayıvermiş: Beni mi çağırdınız? Demiş adama. Adam: Sen de kim oluyorsun? Deyince: Ben Azrail’im, ne istiyorsun benden? demiş. Adam çok korkmuş, bet beniz kalmamış adamda. Sonunda titreyerek demiş ki: Kalkmam için şu şeleğime yardım eder misiniz? Adamcağız arkasına bakmadan yoluna hızla devam etmiş. Ne demek istediğimi anladınız mı Suna?
- Anladım âbi.
— Suna, bak yine tekrar ediyorum: Sen, sen ol, hangi şartlar altında bulunursan bulun, yaşama azmini yitirme! Hayatına kıyma! Her şeyi berbat etme! Tamam mı? Biliyor musun, atalarımızın şöyle bir güzel sözü var: ‘Ölme öldür, ucu ortası bulunur.’ diye.
- Çok sağ ol âbi, anladım.
- Bak Suna! Sana bir müjdem vardı, laf uzayınca neredeyse unutacaktım!
- Ne müjdesi âbi? Beni kandırmaya çalışma!
- İnan, bunu çok emin bir yerden öğrendim: Senin gibi okulu terk eden öğrencilere af çıkıyormuş.
Suna sevinerek ayağa kalktı:
- Sahi mi söylüyorsun âbi?
- Evet ya!
Suna, Fatih’e doğru koşarak:
- Öyleyse tut elimden âbi! Tut!.. Ama o zamana sağ kalabilirsem! Tut, tut elimden âbi! diye adeta yalvarıyordu.
Suna’nın elinden tutan Fatih:
- Ayrıca sana iki tane de kitap getirdim Suna. Okursan çok sevinirim. Göstererek. Şu bir Alman ailenin eroinden dolayı başından geçen çok ibretlik bir serüveni anlatıyor. Chrıstıane F’nin Korkunç Anıları: EROİN. Yani sizlerin Almanya’daki arkadaşlarınızı, eroin kurbanlarını, kendi ağızlarından anlatıyor. Şu da benim çok beğenerek okuduğum, Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil’in: GENÇLERLE BAŞBAŞA adlı eseri. Hacmi küçük ama bana göre değeri büyük bir kitap…
Artık ben gideyim Suna, kendine iyi bak.
- Bana ümit yüklediniz âbi. Çok sağ olun.
Fatih Suna’nın elini sıkarken birden gözleri gözlerine takılıverdi. İçinden anlamlandıramadığı tatlı bir esinti geçti…
Kapıyı çekti, hızla merdivenlerden aşağı doğru iniyordu. Gayri ihtiyari bir şarkının şu sözleri dudaklarından mırıltı halinde dökülüverdi:
“Yâr saçların lüle lüle,
Yâr benziyor beyaz güle…”
Aman Allah’ım! dedi Fatih, ben bu kızı seviyor muyum ki?.. Düşündü: Hayır… Yok… Hiç de öyle bir niyeti olmamıştı şimdiye kadar. Üstelik ilk defa da gördüğü bir kız değildi ki... Her zaman gördüğü komşularının kızıydı. Çocuklukları aynı mahallede geçmemişti. Babası alkolikti, kendisi eroinman olmuştu. Bunlar hiç ama hiç sevmediği özelliklerdi. Öyleyse bu duygular neyin nesiydi?
Kafasını dağıtmak için başka şeyleri düşünmeye çalıştı. Ama bir türlü bu düşünceleri zihninden çıkaramıyordu. Gelirken annesi de kulağını çekmiş: “Artık kocaman doktor oldun, gelin isterim, torun beklerim.” dememiş miydi?
Tekrar kafasından kovmaya çalıştı bu duyguları. O, ne kadar kovmaya çalışıyorsa, Suna da inadına o kadar sokuluyordu sanki. Açıkça zihnini bulandırmaya başlamıştı artık. Bundan emindi. Suna’ya verdiği önemi anlamak için diğer tanıdığı kızlarla tek tek mukayese etmeye başladı. Mukayese uzadı da uzadı. Yol bitti, eve geldi, yatağına uzandı. Zamanın, karşısına neler çıkaracağını düşünerek uykuya daldı.
Suna, Fatih gidince kitapları eline aldı ve karyolasına uzandı. ‘Hangisinden okumaya başlayayım?’ diye düşündü. Sonunda Fatih’in kendisine takdim edişini göz önünde bulundurarak Eroin kitabını okumaya başladı. Sanki kitap kendi hatalarını sessiz sessiz yüzüne vuruyordu. Okudu, okudu, okudu…
Fatih ise bir işe yaramanın verdiği sevinçle işine daha sıkı koyuldu. Herkese gülücükler dağıtıyor, insanlara faydalı olabilmek için pervaneler gibi dönüyordu. ‘İnsan ihsanın kölesidir.’ diye bir söz okumuştu ve bu sözü de çok anlamlı bulmuştu. İstisnasız herkese bundan dolayı iyilik yapmak istiyordu.
Arada bir, hiç farkında değilken:
‘Yâr saçların lüle lüle,
Yâr benziyor beyaz güle’
Cümlesi, şarkıdaki tatlılıkta dudaklarından dökülüveriyordu. O zaman: ‘Git be başımdan! Çık be aklımdan, çık! Çık…’ diyordu kendi kendine.
Bir gün, yine arkadaşlarıyla yemek yerken, aynı cümle aklına gelmiş, içinden söyleyecekken dışına vurarak: ‘Git be başımdan!’ demişti. Arkadaşlarının: “Kimi başından kovuyorsun Fatih Bey?” Sorusuna muhatap olmuş, bir türlü de bir yalan uyduramamış, gerçeği de söylemek istememişti. Sadece arkadaşlarının yüzüne, yüzü kızararak bakmakla yetinmişti. Ve sessizce yemeğine devam etmişti.
Gerçekten bu kız şarkıdaki gibi beyaz mıydı, saçları da o kadar güzel miydi?
İçinden bir ses: ‘Evet, öyle’ dedi.
Fatih bu hissi kafasından kovmaya çalıştıkça, sanki Suna sinsice sokulmaya devam ediyordu. Bakalım, zaman nasıl gelişecek? demeye başladı.
Devam edecek…