BAŞYAZI / Mehmet FURKAN


ANLAMAK/ ANLAŞILMAK ÜZERİNE (2)

Selam ile…


Selam ile…
Dün kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Bizim maceramız tek kelimeyle "anlamama kılavuzudur."
Anlaşılması zor karmakarışık bir durum. Anlamak için; maddeden manaya geçmek, bir sözden ve bir halden çok anlamlar çıkartmak gerekiyormuş.
Derin bakmak, derin düşünmek, derin hissetmek... Ama bizden çok uzak bunlar... Biz "anlamak" kelimesi üzerinden kendimizi dayatıyoruz ve bu yanılgıya, bu yenilgiye yeniden düşüyoruz her defasında...
Bir de anlaşılmayı istemiyor gibiyiz... Özel yeteneklerimizi anlaşılma için değil, anlaşılmamak için devreye sokuyoruz.
Belki de gizemli olmak, öyle kalmak ve kerkimizi öyle sunmak iyi geliyor bize. Sığlığımızın üstünün örtülmesi gibi... Anlaşılma ihtimali de korkutuyor bizi.. Herkes kendisini çok bilinmeyenli ve asla çözülemeyecek bir denklem olarak görüyor... Çelişkiye bakın ki, hem anlaşılmamaktan şikayetçiyiz, hem de bizi anlamaya dönük insani çabalardan şikayetçiyiz...
Hiç birimiz hakikatli bir soruya muhatap olmak istemiyoruz. Belki de ne olduğumuzu ve ne istediğimizi tam bilmiyoruz... Mahiyet bilgisi eksikliği...
İnsan istese ve dilese anlamsızlığı da anlar. Elbette anlamak da öğrenilecek ve üstesinden gelinebilecek bir durumdur. Önce istemek sonra da gayreti göze alıp yoğun bir çaba içerisine girmek gerekir.
Bakın hepimiz ve bir ömür boyu anlayışsızlıktan, anlaşılmamaktan ve anlamamaktan dem vuruyoruz.
Anlamamak, anlaşılmamak ve ardından çığ gibi büyüyen ve sürekli üzerimize devrilen bir anlayışsızlık hali...
Anlamadan ve anlaşılmadan geçen bir hayat, yaşamamış ve yaşanmamış gibi değil midir...
Bilmek ve bilinmek insanın tedirginliklerini alıp götürür, düşmanlarının sayısını azaltır. Kendisinin ve her şeyin cahili olmak ise insanı karanlığa mahkum bırakır, aydınlığa hasret çektirir...
İmkân ve kabiliyetleriyle, üzerine serpiştirilen nimetlerle hata ve zaaflarıyla insan kendisini bilmeli. Kendisini bilen âlemi bilir ve anlar...
Anlayışsızlık enkazından çıkıp dirilmeye o kadar çok ihtiyacımız var ki...
Sahici bir itirafla başlayalım yeni yolculuğa; Biz anlıyoruz dediğimizde de pek bir şey anlamıyoruz gerçekte. Kendi anlaşılma durumumuzu dayatıyoruz.
Hiçbir zaman tam olarak anlayamayacağımız şeylerin olduğunu da bilelim... Anladığımızı zannettiğimizde gerçekte "anlamamış" olabileceğimizi de sık sık ihtimale katmak durumundayız.
"Yanılabilirim" demek çok güçmüş... insan kaprisleriyle ağırlaştırıyor fikrini, ruhunu, bedenini... Kıymet ve değer katmayan bütün ağırlıklar ise o fikri, ruhu ve bedeni hantallaştırıyorlar.
İddia her zaman tehlikelidir ve çoğu zaman en büyük yanıltıcıdır.
Anlamanın emareleri olmalı, hem bizde hem de kendisini anladığımızı beyan ettiğimiz muhataplarımızda. Nedir insanda anlamanın emaresi?
Bakış açısının değişmesidir... Göremediğini görmektir... Sözün gerçek gücünü bulması ve az sözle çok şey anlatmaktır... Yeri geldiğinde sözün susup halin devreye girmesidir... Gözlerin parlamasıdır... Kalbin atışının değişmesidir...
Yarın devam etmek üzere, şimdilik hoşça kalın…